Bir sağ Darbe; Pelikan Bildirisi.

Başlarda...

Pelikan Yalısında geçen yaklaşık 4 aylık sürenin ilk ayı veya en fazla, ikinci ayının başlarındayız.(Tam tarihi bulabilirim ama zahmet etmeyeceğim.)
Erdoğan bir yurtdışı geziye gidecek ve Hilal Kaplan da 'uçak gazetecileri'nden...

Akşam saatlerine doğru korteje katılmak üzere yalıdan ayrılırken ortalığa soruyor;
"Ben gidiyorum, Reis'e bir şey diyor musunuz?"

Çocuklar bu yarı şaka yarı ciddi soruyu genellikle şaka tarafından alıyor ve gülerek iyi dileklerini belirtiyorlar, ben hariç.
"Benim bir diyeceğim var"; "Ege Orduyu lağvetsin."

İlk anda oluşan şaşkınlığın ardından birkaç cümleyle derdimi açıklıyorum ve Hilal Kaplan müstehzi; "Tamam, fırsat bulursam söylerim" deyip ayrılıyor.

Açalım;
O dönem Yunanistan ekonomik kriz içinde. Birkaç gün önce okuduğum, ülkenin savunma harcamaları üzerine bir haber yüzünden kafamda dönüp duran bir düşünce var ve sadece içimde kalmasın diye salıyorum,
sanki söylediğim etkili olacak ve böyle bir açıklama yapılacağından veya onlar işin aslını bilmediklerinden değil.

Bilmeyen olabilir; TSK 4 ordu üzerinden şekillenir. Bunlar 1., 2., 3. Ordular ve Ege Ordudur.
Ve Ege Ordu hemen hemen sadece Yunanistan tehditi üzerine kuruludur.

Elbette saçmalık.

Artık ne AB üyesi olmuş bir Yunanistanın Türkiyeye saldırma ihtimali var ve ne de Türkiyenin onlara... (Tabii şimdi artık bu ikincisinden, o kadar da emin değilim.)
Muhtemelen de zaten Genel Kurmay, azalan tehdite göre çoktan stratejik hedef ve donanım-örgütlenme değişikliğini belli ölçülerde gerçekleştirmiştir.

Yani kastım, "asker sayısını azaltsınlar" türünden bir ukalalık değil.

Türkiye o günlerde AB kapısında, eskisinden çok daha kararlı ve özgüvenli duruyor.
Erdoğanın Ege Ordu ve Yunanistanla Türkiye arasındaki gerilim konusunda kastettiğim türden bir açıklaması, hem Türkiyenin elini AB nezdinde güçlendirecek ve hem de ekonomik sıkıntıdaki komşuya can suyu olup, Yunanistanı da AByi de bir nebze de olsa, rahatlatacak...

Bir fikir işte.
Belki olur belki olmaz, belki duyulur belki duyulmaz, çorbada tuzumuz bulunsun niyetiyle söyleniverilen bir dilek, bir öneri sadece ve "Ege Orduyu lağvetsin"in arkasından gelen açıklama cümlelerim de zaten bunun üzerine...

Şimdi neredeyse utanç verici bir naiflikteymiş gibi gelen bu önerinin çevresinde gelişen olayın anısını burada anlatmak, elbette yazının geri kalanına bağlamak için ama iyi bakan ve görmek isteyen gözler için bir deniz feneri kadar da değerli.

Fakat şimdi bunu geçelim, deniz fenerlerine ileride de dönebiliriz.

Bu anı bu yazıya temelde, AkParti/Erdoğan iktidarının büyük savruluşuna, iyi taraftan, iyi günlerden bir örnek olsun diye kondu.

2002'deki macerası OHAL'i verdiği söz üzerine iktidara gelir gelmez kaldırmaktan "milliyetçiliği ayaklarımızın altına aldık" çıkışına, 
gerekirse baldıran zehiri içme vaadiyle göze alınan Barış Sürecinden, tedricen açılan bir sürü özgürlük alanına,
azınlıklarla ilgili iyileştirmelerden, en büyük başarıları sosyal devlet uygulamalarına kadar iktidarına bir sürü devrim özelliğinde olumlu çıkışla başlayan, bendeki tortusu Ege Orduyu lağvetme fikrini Hilal Kaplan aracılığı ile Erdoğan'a iletme saflığında kadar kristalleşen AkParti'ye
ne oldu ve nasıl oldu da bu günlere geldi?

Yukarıda bahsini ettiğim "bu günler"i bu yazıda tartışmayacağım.

Milliyetçiliğin dibini kazıyan küflü sloganlarda, 
yeniden canlandırılmış bir mafya mumyasının tehditlerinde, 
çıktığı sahnede tepinip duran, absurd bir "emperyalizm ile mücadele tiyatrosu"nda, 
uzak tarihlere serpistirilmiş acemice futuristik zırvalarda, 
katran ve tüye bulanıp bir katır üzerinde dolaştırılan hukuk ve adalet sisteminde, 
kokusu burnu sızlatan uyduruk ve zoraki lider kültünde, 
velhasıl nereye bakarsanız bakın zaten görülüyor...

Tam burada okuyucuyu uyarmak gerek;
Bu yazı,
ne bu günleri daha o ilk günlerden gördüğünü iddia eden sabit fikiri AkParti muhaliflerini,
ne de "Nesi varmış bu günlerin, gayet güzeller ve hem yerli hem de milliler?" diyecek kör köstebekleri ilgilendiriyor.

Bu iki gruptan birinden olanlar, yazıyı eğer halâ okuyorlarsa tam burada terkedebilirler.

Ve yine nihayet ve sonunda, benim büyük yanılgımı itiraf etmemi bekleyenler,
halâ nasıl olup da bir zamanlar AkPartiyi destekleme hatası yaptığımı (Biraz da haklı olarak) bir türlü anlamayanlar,
buna bazı maddi sebeplerin yol açtığını sanan ve bu sanılarını arsızca saçanlar da bu yazıda aradıklarını bulamayacaklar.
(Onlar için başka bir yazı, yattığı yerde yazılmayı bekliyor. Muhtemelen başlığına bakar bakmaz anlaşılacak, okunursa da sorulara cevap olacaktır.)

Konumuza dönelim;

Nasıl oldu da bir zamanlar hakkında "Sosyalist Enternasyonale CHP değil, asıl AkParti üye olmalı" şakaları yapılan bir siyasi hareket,
kendi nitelik kümesinde en solda, hadi 'sol'u tercih etmeyecekler için değiştirelim, en 'liberal' havzalarda dolaşırken ve etrafına da bedel ödemeyi göze alarak onu savunan sürüyle sol, sol-liberal aydını toparlamışken, ne olmuş ve nasıl olmuştur da böyle faşizan bir oligarşiye dönüştü?

Ülke tarihindeki belki de en saçma, en anlaşılmaz olaylardan biri, nedeni ve nasılı bir kakafoni ile boğulmuş bir olay, bu savrulmanın pik noktasını, dümenin terse çevrildiği o özel zamanı işaretliyor;

1 Mayıs 2016'da Pelikan bildirisinin yayınlanışı.

O bildiri herşeyin, bir sağ darbenin başlangıcıydı.

Bu blogda Pelikan Bildirisi ile ilgili 7 yazı ve ilk bakışta konuyla ilgisizmiş gibi görünen ama aslında tam da bu savruluşu anlatan, onun belli ve önemli anlarına odaklanan, birkaç yazı yazmışım.
Hemen hepsi aynı şeyi, AKP'nin büyük paradigma değişikliğini anlatıyorlar.

Twitter profilimde, bu yazı onun yerine yerleşene kadar aylarca sabitlenmiş duran o tweette 
(https://twitter.com/FIRATEREZ/status/914728428947066880 ) de söylediğim
ama aslında hem o tweetin yazılmasından ve hem de ilk pelikan yazısının yayınlanmasından çok daha önce, bildirinin yayınlanışından ise kısa bir süre sonra, Serbestiyette yazılarım halâ yayınlanabiliyorken editörüm olan Halil Berktay'a, o bulanık 2016 Mayısının ortalarında söylediğim gibi ve ağzımdan ilk çıktığı haliyle;

"Hocam, bu bir Sağ Darbe."

Bugün görüyoruz ki o bulanıklıkta meseleyi (Elbette biraz el yordamıyla ve karakteristiğine bakarak) oldukça doğru tespit etmişim.

Herhalde artık aşağıdaki satırlarda AKP'nin o günden itibaren gerçekleştiğini anlatacağım o büyük sağ savruluşa itiraz edebilecek pek kimse yoktur.

Belki sadece "Bunun nesi darbe?" sorusu sorulabilir ki onun da cevabı belli;

Demokratik fasılalardan geçerek iktidar olmuş, seçilmiş, üstelik oldukça da başarılı bir hükümet, merkezinde pelikanlı bildirisinin olduğu bir takım ayak oyunlarıyla alaşağı edilmiş ve yerine Bekir Bozdağ'ın hazırola diktiği insanlarıyla anılacak bir kongreyle yenisi getirilmiştir.

2016 Mayısının o bulanık günlerinden sonra ne Türkiye ne de AkParti, bir daha asla aynı Türkiye ve aynı AkParti olmamıştır ve belli ki bu gidişle de asla olamayacaktır.

Öleyse bu bir darbe değildir de nedir?

Peki bu darbe neyi amaçlamaktadır?
Neden yolunda başarıyla ilerleyen bir gemi, kaptanı azledilerek tornistan edilmiştir?
Buna neden ihtiyaç duyulmuştur?

Ve neden bu sağ savruluşun başına özellikle onu, 1 Mayıs 2016daki Pelikan Bildirisinin yayınlanışını koyuyoruz?

Elbette isteyen istediğini koyabilir.
İsterseniz gidip başlangıç günü olarak Tayyip Erdoğanın doğum gününü de alabilirsiniz ama bu size hiçbir konuda yardımcı olmayacaktır, benzeri hazır paket düşmanlıkların da olmadığı gibi..

Yazının bundan sonrasına kitabın ortasından ve sosyal medyada defalarca dile getirdiğim, ancak ortamın koşullarından belki anlaşılmamış olabilecek tezimi tekrarlayarak devam edeceğim.

Davutoğlu ve onun özellikle de dış politika konusundaki eğilimlerinin AkPartiye yön verdiği zamanın sonuna "aniden" gelinmiştir.

Davutoğlu, (benim ve başkalarının da yakın zamanda farkına varmış olduğu gibi tam aksi bir kişilikle sahneye dönmüş de olsa, o zamana kadar bilinen haliyle) dirençli, onurlu ve dirayetli duruşu, bilgisi, görgüsü, zekasıyla iyi bir müslüman ama net bir Batı yanlısıdır.

Bu o kadar böyledir ki Davutoğlu, geçmiş danışmanlık ve Dışişleri Bakanlığı dönemleri de dahil, Başbakanlığında, ancak ve sadece Türkiyenin Batı eksenindeki yerini sağlamlaştırmış, AKP'yi de daha kuruluşunda belirlenmiş bu hedefinde ilerletmiştir ama zaman artık değişmiştir ve ayak altından çekilmelidir.

Tam da tasfiyesinin gerçekleştiği 2016 1/5 Mayısında, Türkiyenin AB ile ilişkilerindeki en prestijli günlerini yaşıyor olmasının bu bahiste hiçbir önemi yoktur.

Mülteciler için AB'den 3+3 Milyar yardım yapılmasını sağlamış olmasının veya ülkenin artan prestijini kullanıp bastırarak, Türklerin AB ülkelerine vizesiz seyyahat hakkının uygulanmasını öne çekme talebinde bulunmuş olmasının da bir önemi yoktur.

Hele çocuk cesetlerinin kumsallardan toplandığı bir göçü, "gideni geri alıp alıp, yerine bir başkasını verme" formülüyle bıçak gibi kesmesinin de hiç önemi yoktur, çünkü mülteciler konusunda Yeni AkParti, ensarlıktan esnaflığa geçmeye karar vermiştir.
(Şurada anlatıldı; http://firaterez.blogspot.com/2017/03/ensarlktan-esnaflga-yeni-akparti-geri.html )

Batı yanlısı Davutoğlu ayak altından çekilmelidir çünkü onun tasfiyesinden sonra Türkiyede Batı genelinde ama ABD özelinde bir milliyetçilik duvarı yükseltecektir ve kendisi elbette ki buna güçlü veya zayıf, her halükarda bir engeldir.

Yükseltilecek bu duvar, genelinde Batıyı, özelinde ise ülkenin en yakın müttefiki ABD'yi düşmanlaştıran bu anlayış, gereklidir, çünkü bir cürüm işlenmiş ve öyle ya da böyle, er veya geç bu cürüm toplum tarafıdan da öğrenilecektir.

Öğrenildiğinde de eğer Türkiye NATO ve Batı ekseninden kopmuş veya kopmaya çok yakın bir pozisyondaysa, bu cürümü işleyenler, toplumu istedikleri gibi konsolide edebilir, yarattıkları heyulanın arkasına saklanabilirler.
Ortaya çıkan-çıkacak olanları, dış güçlerin saldırısı bir komplo, bir yalan olarak herkese, tüm ülkeye ve/veya en azından yeterli bir çoğunluğa yutturabilirler,  iktidarlarını da bu sayede sürdürebilir, yargılanmaktan kurtulabilirler.

Peki nedir bu cürüm?

Bunu anlayabilmek için bazı tarihleri sıralamaya ve kastedilen bu "Batı karşıtı duvar"ın ilk tuğlalarının konuluşuna bakmak gerek.

1. 1 Mayıs 2016; Pelikan Bildirisi yayımı.

2. 5 Mayıs 2016; Davutoğlununs istifası.

3. 6 Mayıs 2016; Erdoğan'ın "Eyy Avrupa..." ile başlayıp "..Bundan sonra siz yolunuza biz yolumuza!" diye biten ve muhtemelen ilk kesin Batı karşıtı konuşması.
(Hatırlatmak gerek; Bu konuşma, AB ile Türkiye ilişkileri olumlulukta tarihi zirvesindeyken, tam anlamıyla 'fol yok yumurta yok' iken.)

4. 10 Mayıs 2016; Yine Erdoğan'ın, bu sefer Ankara TOBB konuşmasında AB müktesabatındaki, Türkiyenin henüz yerine getirmediği maddeler için, "Bunlar yoktu. Sonradan konuldu" yalanını söylemesi. 
(Detayları şu yazıda; http://firaterez.blogspot.com/2017/04/pelikan-4-kisisel-tanklk-mays-krlmas-ve.html )

Bu liste, kimisi özellikle de Mayıs Kırılmasında anlattığım türden örneklerden başlayıp, 2017 yılbaşındaki Reina Saldırısında bile ABD izi bulan medya kalemşörlerinin saçmalıklarına, 15 Temmuz darbesinden sonra sırf Gülenin güvenliğini yasalarıyla sağladığı, istenir istenmez iade etmediği için ve elde tek bir delil yokken yine darbenin baş sorumlusu olarak ABD'nin hedef gösterilmesine kadar uzatılıp, bugünlere kadar gelen sürüyle örnek eklenerek getirilebilir.

Konuyla ilgili komplo söylemlerini ve bunların dayanaksız zırvalar halinde etrafa saçılışlarını, buraya alıntılayamayacağım kadar çok yazıda gösterdim.
Aynı yere tekrar dönmeyeceğim.
İsteyenler bu bloktaki ve Serbestiyetteki yazılarımdan bulup okuyabilirler.

Onun yerine, yukarıdaki listenin başlangıcından biraz geriye gideceğim.

Listenin başındaki Pelikan Bildirisi yayım tarihi olan 1 Mayıstan yaklaşık 1 ay 10 gün geriye, 19 Mart 2016'ya, Rıza Sarraf'ın aniden ABD'de ortaya çıkıp tutuklanmasına...

Hikayemiz şöyledir;

Rıza Sarraf önce BM ve sonra da ABD tarafından konan kimi yasakların ve ambargonun delinerek Türkiye - İran arasında petrol alışverişi yapılması sürecinin tam göbeğindedir ve çok fazla şey bilmektedir.

(Bu Süreçteki sorunlu, denetlemez, yasaların etrafından dolaşarak, bazen de tam ortasından delip geçilerek yaşanan süreçte neler olup bittiği konusunda 17 Aralık FETÖ derbesinden ve onlar tarafından ortalığa saçılan ses kayıtlarından, bir takım bilgilere sahibiz.

Bilindiği gibi 4 bakan istifa ettirildi ve olayın üstü örtüldü.
Davutoğlu ise bu sürece katılmadı, belki küçük engellemelerde bulundu ve şerhler koydu ancak engel de olmadı/olamadı.
Anlaşılacaktır ki bu, Davutoğlunu gelecek süreçte tüm bunlar, güvenilmez ve ayakaltından çekilmesi gereken kişi yapmaya yeterlidir.)

Aynı işte birlikte olduğu Sarraf'ın ortağı Zencani, İranda yargılanıp idam edilme yoluna girmiştir ve Sarraf'a İran kapısı artık tamamen kapalıdır.
Türkiye ise giderek onun için tehlikeli bir hal almakta, yaşam güvenliğinden kuşku duymaktadır.

Çareyi ABD korumasında bulur ve gidip elindeki herşeyle birlikte dökülür.

Sarraf'ın neler söylediğini bizler şimdilik, ancak mahkemeye yansıdığı kadarıyla bilebiliyoruz...

Ancak onunla bu işin içinde birlikte olanlar, belki neler söylediğini değil ama neler söyleyebileceğini gayet iyi biliyorlar ve önlemlerini de ona göre aldılar.

Elde planı uygulamaya koyacak kullanışlılıkta bir ekip (yalıdaki pelikanlar),
Davutoğluna karşı 4 bakan tasfiyesinden gelen hazır bir hınç,
Turkuvaz Medya gibi bir araç ve nereye çeksen oraya götürülmeye müsait de bir kitle vardır.

Plan, Sarrafın yakalanmasıyla bildirinin yayınlanıp Davutoğlunun istifaya zorlandığı güne kadar uzanan ayda 1 ay 10 günde yapılır ve uygulanır.

Yalıya Pelikan Bildirisi yazdırılır, bildiri okunup onaylanır, yayınlanır.

Bildiri imzasız olmakla birlikte içine yazanın kıkırdayan kibrinin küçük ipuçlarını bırakmasına izin verilmiştir ve zaten de kimin yazdığı, bildiriyi ilk yayanların ilişki ağının apaçık görünümünde cisimlenmiştir.

Böylece ilk etap geçilir, Ahmet Davutoğlu ayakaltından çekilir.

Partiye kimseyi kıpırdatmayan, kıpırdayanı hain ilan edeceğini baştan açıklayan, insanları hazırola dikmekte hiç zorlanmayan bir pençe gelip yerleşir.
Artık AkParti, tam da ileride ihtiyaç duyulacağı gibi tek sestir.

Aynı pençe, birkaç küçük istisna dışında iktidar yanlısı medyaya da iner ve duvarı ören yalan motoru çalışmaya başlar
Artık en küçük itirazda hain ilan edilenlerin seslerinin bir yollu/her yollu kısıldığı bir yalanlar zamanı başlamıştır.

Bütün bunların üzerine bir de, bastırıldıktan sonra AkParti kurmayları tarafından "Allahın bir lütfu" olarak tanımlanan o karanlık, ilerleyen süreçte daha da karartılacak olan 15 Temmuz Darbesi gelir.

Medyaya ve partiye inmiş olan pençe, darbeden sonra büyür, daha da sertleşir ve artık tüm muhalefetin üzerindedir.

Artık Erdoğan ve avanesinin karşısında olan herkes ya terörist, ya potansiyel teröristtir, haindir ve toplumun yarısı bu parantez arasına sıkıştırılırken duvar daha da yükselir.

O kadar ki iş, zaman zaman Hilal-Haç savaşı diye tanımlanmaya kadar vardırılabilen bir dava halini almıştır artık ama bu Dava'nın ne olduğunu sorusuna aslında hiçkimse tatmin edici bir cevap veremez.
Çünkü Davanın içi aslında boştur.
Tam da böyle olması gerekmektedir çünkü dava içeriği topluma gerektiği zaman ve gerektiği haliyle, bilahare verilecektir.
Önemli olan toplumun gerektiği zaman gerektiği yöne doğru harekete geçirilebilmesidir.

Dava belli değildir ama düşmanlar az çok bellidir ve hepsi aynı yöndedirler; Batıda. 
Ancak bu Batılıların Türkiyeye neden düşman oldukları asla belli değildir.

İşte bu belli belirsiz, bazen aslında dost oldukları ortaya çıkıverince listeden düşen, gerekince de yine listeye giren düşmanlar,
yani Erdoğanın deyişiyle "bunlar",
kimi zaman FETÖ'ye arka çıkarlar, kimi zaman PKK'yı desteklerler, kimi zaman Türkiyenin kalkınma hamlelerini kıskanırlar ve liste böyle uzayıp gider ama düşmanlıklarının sebebi aslında hem belirsizdir ve hem de diğer yapıp ettiklerine uymamaktadır.
Uymamaktadır çünkü bunlar, bu Batılılar, bir taraftan iktidarca sürekli olarak ülkeye yatırıma çağırılmakta, taraflarından Türkiyeye düzenli olarak milyarlarca euro para girişi yapılmakta ve ülke ihracatının da temel pazarını oluşturmaktadırlar.
Görünüşe göre Türkiyeye düşman olmak için hiçbir gerçek ve mantıklı gerekçeleri bulunmamaktadır.

Ama bu önemli değildir.

Dava içeriğini beklemeye alarak, düşmanlıkların arkasında hiçbir mantıklı gerekçe aramayarak ve hemen herşeydeki o büyük boşluğu umursamayarak, Erdoğanın arkasından yine de gidebilecek bir kitle vardır ve hazırdır...
O kitleye bazen bir türlü anlayamadıklarını, çeşitli ve birbirini desteklemez yalanlarıyla aktarıp açıklayan sözde aydın ve gazeteciler de nasılsa artık vardır, zapturapt altında hazırdırlar.

Tayyip Erdoğan ise, böyle bir kitlenin hazırlanışı için medyasına, FETÖ'ye ve özellikle de onun 15 Temmuzdaki saçma darbesine müteşekkirdir...

Artık ortada asıl parçalarının belirginleştiği bir büyük resim var ve görünüyor diyebiliriz.

Ancak halâ bazı boşluklar ve üzerinde durulup irdelenmesi gereken konular var.

Bazı boşlukları geleceğe, özellikle de ABD'deki Sarraf davasının gidişatına bırakmak durumundayız.

Bazı boşluklar ise hem iddia sahibi tarafından doldurulmalı ve hem de şu iki önemli soruya cevap aranmalı;

1. Cürümden kastedilen tam olarak ne?
2. Yükseltilen bu duvar, gelen darbeyi engelleyebilecek mi?

Cürüm nedir?
Bunu tam olarak bilmiyoruz.
Bildiklerimizin çoğuna parçaları birleştirerek ve tahmin yoluyla varıyoruz ancak birkaç şey belli;

İran ile yapılan petrol ticaretinin parasının izi bilinen yöntemlerle takip edilemiyor ve Sarraf ABD'deki mahkemede sistemin nasıl işlediğini anlatırken, sağa sola rüşvetler dağıttığını söylüyor.

Sarrafın ifadeleri, 17-25 Aralık darbesinin araçsallaştırılmış ses kayıtları, dinlemeler ve diğer verilerle birleştirilince, büyük resim bize rüşvetin bir ölçeğe kadar çalıştığını söylüyor ve bu söyleme mantık da eşlik ediyor.

Bir an için farklı düşünelim;
Evet,
Türkiye belki sonradan kaldırılan BM'nin İrana ambargosunu delmemiş, sadece ikili anlaşmalarla bağlı bulunduğu ABD ambargosunu delmiştir.
Bunu yapmış olsa da o günün gerekçeleriyle kendine göre haklıdır ve yine ikili anlaşmalara göre sadece, yakalandığı için ABDye ödeyeceği ceza ile başbaşadır.

Süreç içinde başka hiçbir illegal iş yapılmamış, kimseye rüşvet dağıtılmamış, işlenen suç sadece ABD ile olan anlaşmalar çerçevesindeki bir ihlal olarak kalmıştır ve işte tam da bu anda, bu ihlalin ortaya çıkacağı Sarrafın yakalanışıyla anlaşıldığında, Erdoğanın kimseye boyun eğmez kişiliği devreye girip duruma müdahale etmiştir.

Erdoğan, Sarraf'ın söyleyecekleri ve ABDnin karşı önlemleri için bu duvarı planlamış, yükseltmiş, verilecek cezaya böyle direneceğini herkese göstermiştir.

Olabilir mi?

Olabilir ama olmayabilir de.
Şimdilik bunu, sonra tekrar dönmek üzere geçelim.

Şimdi 2. soru; Yükseltilen duvar gelen/gelecek darbeyi engelleyebilir mi?

Bu sorunun cevabı hem evet hem hayırdır.

Herkesin bildiği gibi Türkiye, özellikle de Suriye özeli ve Ortadoğu genelinde Batının vazgeçemeyeceği bir müttefik.
Artık hem sorunun hem çözümün bir parçası ve yeri de duruma göre değişiyor.

Öyleyse yükseltilen bu duvar sadece bir pasif engel değil, aynı zamanda da bir aktif tehdittir ve tam olarak şöyle demektedir;

"Türkiye sizden kopar."

Bugün biliyoruz ki, özelllikle de 24 Haziran seçimleriyle Tayyip Erdoğan, bu tehditi gerçekleştirebilir olmaya, oldukça büyük bir adım daha atarak iyice yaklaştı.

Peki bunu yapabilir mi?
Belki yapamayabilir ama buna kalkışıp, çok büyük acılara sebep olma potansiyelini de elinde tutuyor, bu kesin.
Ve bu durum Türkiyeye elinde ceza sopasıyla yaklaşan herkes için bir risk, üstelik de kimsenin almak istemeyeceği cinsten bir risk oluşturuyor..

Öyleyse?

Öyleyse duvar, en azından pazarlık yapmaya yarıyor ve masada da etkin bir silah olarak duruyor.

Buraya kadar bu yazıda, hemen hemen sadece bir durum tespiti yapıldı ancak ilerlemek zaruri.

Açık ki kritik soru şu;

Ülkeye ceza getirme riski çok yüksek bu risk alınırken, muhtemelen sonunda astarı yüzünden çok daha pahalıya gelecek bu alışveriş, bu ambargoyu delme işi tezgahlanırken kişisel çıkar sağlandı mı, sağlanmadı mı?

Sağlanmamışsa eğer yükseltilen bu duvar sadece ABD'den gelecek cezayı mümkünse savuşturmaya, tümüyle savuşturamasa bile hiç olmazsa pazarlıklarla cezayı düşürmeye yönelik bir önlem, sadece ülkenin bekasını/kasasını korumaya ve elbette ki bu arada yapılan hatayı da küçültmeye yönelik olarak tezgahlanmış bir oyun mu?

Veya,
(Ki o veyanın sonrası, sanılandan çok daha kötü.) 

Ambargonun delinmesi, delinme sürecinin planlanması ve uygulanması, sonuçta sadece yetkisi bulunanlar arasında kurulu büyük çaplı bir çıkar ağının, fırsatlardan istifade eden bir çetenin iradesince mi belirlendi? 

Aslında ülkeye fayda sağlamak isterken tökezlemekten çok daha büyük bir skandalın örtülme çabası mı tüm bu izlediğimiz tiyatro?

Sorun bu soruyla, belli bazı şahısların büyük maddi çıkarlar uğruna, ülkeyi devasa kayıplarla yüzyüze bırakacak bir kumar oynayıp oynamadıklarının ötesine, işte böyle geçiyor;
Kişisel çıkar sağlandı mı, sağlanmadı mı?

Buna verilecek cevap evet ise,
yani ambargo delinirken ülke, sırf bir çıkar grubunun ihtirası uğruna riske atıldı ise,
Ambargonun delinmesi planını kurgulatan motivasyon, ülkeye kaynak sağlamaktan çok, çeteye çıkar sağlamak ise,
gelecekte yepyeni ve eskisinden de büyük sorunlarımız olacak demektir.

Üstelik de bu sorunlar;
Bize ülkenin çıkarı öyle gerektirdiği için yapıldığı söylenen, oysa aslında hiç de gerekmeyen ve sırf o duvarın inşaasına yaradığı için gerçekleştirilen bazı operasyonlarla da ilgili olabilirler.

İşte o zaman da bu "yeni sorunlarımız", bir cürmü örtmek için işlenen ve antiterör operasyonu kılığındaki kitlesel cinayetlere kadar giderler...

Şimdilik kaydıyla ve kim bilir tarihte ilk kim tarafından söylenmiş o ünlü sözle,
bizde Mustafa Kemal'e atfedilen; "Zaruri olmadıkça savaş cinayettir." cümlesiyle bitirelim.













Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

PELİKAN 1 / Kişisel tanıklık / Başlangıç

Açıklama, özür, niyet ve akibet.