Metrodaki Namaz, Dökülen Yaldızlar ve Gelecek...

Bir adam, seyir halindeki metroda namaz kılıyor.

Metro. Duraklarının arası birkaç dakika olan, hemen her durağından çıkıp 100 metre ilerledikten sonra bir camiye ulaşabileceğiniz bir toplu taşım aracı.

Peki bu gösteriye neden gerek duyuyor?

Kuvvetle muhtemel istediği tepki çekmek, laf işitmek, protesto edilmek ve belki şiddet görmek.
Bu şekilde inandığı bir gerçeği, deneyle ispatlamış olacak; “Saldırı altındayız”

Saldırılan kim? İslam mı? Müslümanlar ve onların nezdinde AKP Hükümeti ile Cumhurbaşkanı Erdoğan mı? Memleketin tamamı, ümmetin önemli bir parçası mı?

Elbette hepsi birden çünkü tüm bunlar onun zihninde artık aynılar. 

Onun gerçeği bu.
Ona bu dayatıldı.
Meydanlardan, kitle iletişim araçlarından ona bu söylendi ve o da inandı.

Ancak başkalarını da bu gerçeğe inandırmalı, moda deyimle farkındalık yaratmalı.
Provokasyonu başarılı olur da istediği tepkiye kavuşursa bir zafer kazanacak.

O bir fedai.

Peki gerçekten bir saldırı var mı?
Evet, İslama var ama o bunu ancak ve en fazla sezebiliyor.

Bildiği ise bir çorbadan ibaret. Emperyalizm, sömürü, Haçlıların saldırısı, tek hedef Erdoğan gibi başlıkların altına sıralanmış sürüyle yalandan ibaret ve asla başedemeyeceği bir külliyatla cebelleşiyor..

1400 yıl önce, yükselmekte olan uygarlığın çok uzağında, gelişen ve yayılan İslam gerçekten de saldırı altında.


Onun dolayımlı, tevilli, katmanlı, şaşırtmalı, bir öyle bir böyle  ve hem öyle hem böyle söylemi artık kaçınılmaz olanla yüzleşti.
Arkaik ve miadını doldurmuş bir toplumsal öneri olmakla, varoluşsal sorunlara çare bulmak arasında sarsakça salınan, salınırken de belirsizlik ve sürüyle çift anlamlılığa sığınan 
İslam, bir iktidar aracı olmanın hesabını vereceği günlerin gelişini korkuyla beklerken titriyor.


Korkusunu bastırmak için saldırganlaşıyor ve saldırganlaştıkca da çıplaklaşıp şeffaflaşıyor.
Bir geleceği olmadığını, sığınacak yerlerin yürüdüğü yolda dönüp saklanamayacağı kadar geride kaldığını biliyor.
Umutsuz ve karanlıkta.

Ama henüz herşeyin başındayız.


Korku şimdilik, çözülme ve terkedişin tetikleyicisi olmaktan çok savunma mevzilerinin tahkiminde kullanılıyor.
Özellikle de onu araçsallaştıran, siyasi tahayyüllerinin görünürde ortasına oturtup, arkasına hırslarını saklayanlarca.

Bunlardan biri de Erdoğan.

Erdoğan, laik ve görece demokratik belki de tek İslam ülkesinde yükseldi.
İyi bir örgütlenmenin içinde buluşmuş çalışkan ve motive insanlarla ilerledi.
Yeni şeyler söyledi.
Ermeni soykırımını anmak, Dersim için özür dilemek ve benzeri çıkışları sadece Kemalist-Askeri vesayeti yıkmak için değildi. Ülkenin acılı geçmişinde mağdur edilmiş herkese uzanıyor, yalnızca Müslümanları, Kürtleri değil, gayrimüslimleri, solcuları, Romanları da anıyordu örneğin.
Bu toprakların müslümanlar dışındaki halkları ve azınlıkları için de konuşuyor, onlara mabetlerinin yapımında, el konulmuş varlıklarının ve haklarının geri alınmasında yardım ediyordu.
İslamcıydı ama laiklik vurgusu yapabilen türden.
Sağcıydı ama bir çok solcunun ilerisindeydi.

Bir kesim ona hiçbir zaman inanmadı. Gizli ajandasından dem vurarak, tersten ve Arapça harflere benzetilmiş yazılarla “Tehlikenin farkında mısınız?” diye sordular.
Bugünden o güne bakıldığında “belki de haklıydılar?” sorusunu sormamak imkansız ama başka imkansızlıklar da var ve onlara sonra değinilecek.

Sonra bir gün Gezi olayları başladı.
2013 yaz başında.
Barış Süreci başlamış, ekonomi oldukça iyi durumda ve neredeyse habire kullanılan o “çalıyorlar ama çalışıyorlar” kalıbı bile unutulmaya yüz tutmuşken…

Olayların başlamasında Erdoğanın önemli katkısı vardı.

Herkes. Valiler, emniyet müdürleri, vekiller, bakanlar, gazeteciler, neredeyse herkes alttan alır, olabildiğince yumuşak bir üslupla “Ne olur sakinleşin. Bakın artık otobüs duraklarının yerini bile inşaa etmeden önce halka soracağız” derken, o olayları ilk ateşleyen konuşması; “Ne yaparsanız yapın, o topçu kışlasını o parka dikeceğiz” inadıyla susuyordu.


3 gün sustu ve çıktı, ağır ağır sertleştirdiği üslubuyla yine parladı. O parladıkça Gezi yayıldı. Ülke unutulmaya yüz tutmuş yeni bir nefret dalgasıyla sarsılırken, üzerine çektiği tepkileri etrafına bir kalkan gibi topladı.

Muhtemelen ABD’nin İran ambargosunun arkasından dolaşmaya da o günlerde karar verdi ve bu kararı uyguladı.
Çünkü para güçtür ve kafasındaki yol için de o güce ihtiyacı vardı.

O günlerde, şimdiye kadar onu liberallerin desteğine kavuşturan, Batı dünyasında İslam coğrafyasıyla uzlaşma umudu olarak görünmesini sağlayan, AB Bakanlığı kurduran, ekonomiyi toparlatan, demokratik açılımlara taşıyan ve benzeri diğer icraatlarıyla da seçim kazandıran herşey, birer birer takiyeye dönüştüler ve düştüler.

Yaldızları döküldü.

Eski söylemlerinin bir kısmını sürdürebildiği kadar sürdürdü, bir kısmını ise hemen terketti.
Gerçeklerini yalan, yalanlarını gerçek yapması için kitlesel bir tepki görmesi yetmişti.
Çünkü o bir korkaktı ve karmakarışık aklı, yüzer gezer ahlakıyla da tam bir pragmatist, bir müslümandı.

Gidebildiği kadar gitti. Gezide üzerine çektiği nefreti kullanarak yükseldi. Partide, örgütte ve tabanda eskisinden güçlü hale geldi.

Sonra bir gün herşey yine patladı.

Eskiden yoldaşlık yaptığı ve bir süredir ilişkilerinin gerginleştiği Cemaatle tamamen ters düştü.

Ses kayıtları, ambargo delinirken kurulan örgütlenmenin rezillikleri, rüşvetler, yalanlar, ayakkabı kutularında saklanan, sıfırlanmaya çalışılan paralar ve türlü acayiplikler ortaya saçıldı.

Bir süre bunları da Geziden kalma kalkanına kattı ve Cemaatin topladığı tepkiyi, onların 17-25 Aralık kalleşlikleri ile üzerlerine çektikleri nefreti kullandı.
17-25 Aralık kayıtlarıyla kaybetmesi amaçlanan bir seçimi de böyle aştı.

PKK’nın biraz Suriye emelleri ve biraz da serkeşliğinden kaynaklı sürüyle hatası, saldırısı, suikasti sineye çekilmiş, Barış Süreci bunlara rağmen sürdürülmüşken, Ceylanpınarda 2 polis birlikte kaldıkları ve kapısı anahtarla açılmış evlerinde uyurlarken susturuculu silahlarla öldürüldüler.

Savaş yeniden başladı.

Böyle ve biraz kazanıp, biraz kaybederek devam etti, gittiği yere kadar gitti ama sonra Sarraf öldürülmekten korkup ABD’ye kaçtı.

O Sarraf ki ABD ambargosunun delinmesi için kurulan şebekenin kara kutusuydu ve elbette gidip herşeyi okuyacaktı.
Büyük bir manevra yapması gerektiğine o zaman karar verdi.

Aslında ambargo delmek o kadar da büyük bir sorun değildi. Eninde sonunda ve bir şekilde çözülürdü ama bu iş için kurulan şebeke her tarafından pisliğe bulaşmıştı ve bunun ortaya çıkması onun herşeyi kaybedeceği bir yolun en başıydı, bu belliydi.

Ülkeyi döndürmeye başladı.

Elinin altında hazır bir grup hırslı, ahlaksız ve salak kuşa bir bildiri yazdırdı, partide o güne kadar birikmiş iyi herşeyin simgesi sayılabilecek Başbakanı istifaya zorladı.
Davutoğlu istifa eder etmez, bir gün sonra çıktı ve sanki Türkiyeyinin AB üyeliğini parti programında önlere yazan, AB Bakanlığı kuran ve gerçekten de üyelik yolunda ciddi anlamda ilerleten kendisi ve partisi değilmiş gibi Batıya karşı bayrak açtı.
Üstelik de bunun için görünür, makul hiçbir sebep yokken.
Türkiye AB’den serbest dolaşım hakkını almak üzereyken ki bu ülkenin AB kapısı eşiğine kapanmasın diye ayağını koyması anlamındaydı.
Altın değerindeki bu pozisyon da onyılların emeğiyle birlikte kaybedildi.

Yavaşça Rusyaya yanaştı çünkü başka ne yapacaktı?
Beklediği darbe ABD’den gelecekti ve yanaşacağı başka bir yer de yoktu.

Durumunun, onun bu mecburiyetinin farkında olan Ruslardan yediği azarları ve dayakları (Ruslar biri kendileri, biri Suriye eliyle olmak üzere 2 kez TSK’yı vurdular. 8 şehit verildi ve 20’ye yakın da yaralı) yuttu. Sineye çekti.
Hiçbir şey yapamazdı.

Ve bunca çabasına rağmen, yine de işler yavaşça sarpa sararken imdadına eski yoldaşı Cemaat yetişti.

15 Temmuz 2016’da darbeye kalkıştı.
Darbe bastırıldı.
Darbeyi halk ve darbeye katılmayan askerler bastırdı.

Tabii ki darbeyi de ABD’ye yasladı.
Güya baş düşmanı şuursuz solcular da alkışladılar, çünkü antiemperyalizm…

Ülkede Batı karşıtı bir duvar yükseltti.

Tabii ki tuğlası müslüman, harcı islamdan olan milliyetçi bir duvar.
Suriyede oyun bozmaya girişti.
Afrine daldı.

Oysa bunun için hiçbir geçerli sebebi yoktu. Türkiye içinde ve dışında PKK eylemsizdi (hâlâ da öyle).
3000'e yakın insan öldü.
Çok daha fazlası ölebilirdi ama Afrini elinde tutan PYD, ABD tarafından çekilmeye ikna edildi.
Devam etti.
Rehineler aldı, zora gelince bir kısmını bıraktı ve ABD’yi pazarlığa zorladı. Asıl amacı buydu.

Ne terör, ne dışardan saldırı ne benzeri zırvalar. Söylediklerinin altı tamamen boştu.
ABD'den gelecek ve deldiği ambargonun sorulacağı hesabı geriye atmak, becerebilirse tümüyle iptalden başka hiçbir amacı yoktu.
Normalde buna kimse izin vermezdi ama şanslıydı çünkü ABD başkanlığında Trump gibi Rus oyuncağı bir dengesiz vardı.

En büyük sorunu ise bütün bunlardan ayrı bir yerde büyüyordu; Liyakat.

Onun artık işini doğru yapan, işini doğru yapması gereken insanlara değil, sadıklara ihtiyacı vardı.
Pariye maşası pelikanları kullanarak indirdiği pençe tekrar kalktı ve bu sefer medyaya, yine onlar, Pelikan Bildirisini yazdırdığı uşakları sayesinde indi.
Bütün medya pelikanlaştı ve zamanla bu yola girmeyenler de firmaları satın alınarak uzaklaştırıldı.
Medyanın neredeyse tamamını ele geçirdi, geçiremediklerini de davalarla, mahkemelerle, tazminat cezaları ve tutuklamalarla susturmayı denedi, bazen becerdi.

İnsanlar bütün bunları gördüler.


En önce de Davutoğlunun çirkin yöntemlerle azlinden, çıkarmaları gereken sonucu çıkardılar ve bilginin, çalışmanın, adaletin, dürüstlüğün değil, sadakatle korumaya alınmış bir şemsiyenin altında her istediklerini yapabilecekleri ve hesabının da sorulmayacağı bir düzende yaşamaya başladıklarını anladılar.

Sistem hızla yozlaştı. Yozlaşma bir hastalık gibi memleketin her kurumuna, her kişisine, her ilişkisine yayıldı.
Ekonomi sarsıldı, hukuk sistemi parçalandı, emniyet kuytuda bekleyen marazlarına geri döndü, rüşvet, adam kayırma, çevre kollama kurumsallaştı.

Giderek arsızlaşıldı ve siyaset bir tiyatroya, devlet adamlığı ise soytarılığa döndü.

Şimdi bu ortamda, olmadık ayak oyunlarına tevessülle çalınmış bir seçim, tekrar kazanılmaya çalışılıyor.
Olacak mı? Göreceğiz.

Elbette her tür riski alıp, her tür ahlaksızlığı deneyerek ilerledikleri bu seçimi alabilirler ama muhtemelen kaybedecekler.

Kazansın ya da kaybetsin.
Bu artık sadece bir zaman sorunu ve Erdoğanın pelikan oligarşisi eninde sonunda çökecek.
Herşey bu sürecin memlekete ne kadar zarar vereceğinde takılıp kalıyor ve bunun olabildiğince azaltılmasına bakmak gerekiyor.

Erdoğanın tamamen araçsallaştırdığı İslam’ın akibeti de bu tartışmanın içinde kritik bir noktada.
Gerçek, düşmanların en güçlüsüdür, karşısında durulamaz.

İnat mutlak yıkım getirir ve yıkımdan uzaklaşabilmenin tek koşulu da uyumdur.

İslam dönüşmek, kendini siyaset arenasından çekmek, özel ve steril alanına çekilmek zorunda yoksa daha da yıpranacak. Bu yıpranış bizimki gibi toplumlarda büyük acılar anlamına gelir ve bundan kaçınmak da açıkca belli olduğu üzre, şart.

Seçimlerin, Erdoğan gitti gitmedinin, Türkiyenin geleceği tartışmalarının ardında aslında, onların hepsinden çok daha büyük bir sorun saklanıyor.

Giderek görünürleşecek ve kendisini acıyla hissettirecek bu sorun için de, inançlı veya inançsız herkesin elini taşın altına koyması gerekiyor.


Ve evet.
Artık tehlikenin farkındayız, herkes farkında ama yapılması gerekenler zamanında o meşhur soruyu soranların, "Tehlikenin farkında mısınız?" diye yazanların önerdikleri ve yaptıkları şeyler değil. 
Gördük ki yasaklar, zor kullanmalar, parti kapatmalar, hapse atmalar, yalanlar ve karşı yalanlar, önünüzde birilerinin gelip üzerine oturarak yöneteceği, kişisel hırsları için sağa sola sürükleyeceği tehlikeli potansiyeller oluşturmaktan başka işe yaramıyorlar.

Aynen Erdoğanın zamanında farkettiği ve yukarı doğru tırmanmak için kullandığı gibi toplum ileriye, demokrasi, özgürlük, serbestinin artışıyla, dialogla, anlayışla ve köprüler kurularak götürülebiliyor.
Bundan vazgeçip zor yoluna girenler ise eninde sonunda yeniliyor ve tarihin çöplüğüne atılıyorlar.

Metroda namaz kılan adamı geri almalıyız.

Başka seçeneğimiz yok. 

Yorumlar

  1. Afrin konusu hariç bütün dediklerinize katılıyorum. Çünkü Afrin, Zeytin Dalı operasyonu öncesinde PKK'nın Amanoslara sızmak ve Akdeniz'e ulaşmak için kullandığı bir üstü.

    YanıtlaSil
  2. Evet öyleydi. Peki ne yapıyordu sızıp? Kaç terör eylemi sayabiliyoruz tam olarak bu savaşın tarihi boyunca? Ve bunlardan kaçı harekata gerekçe oluşturacak şekilde son döneme denk gelenler?

    YanıtlaSil
  3. ABD, K. Irak’tan Akdeniz’e uzanan bir koridoru kontrol altına alabilmek için PKK/PYD’yi silahlandırdı. Körfez savaşındaki senaryonun benzeri ile yeni bir devlet daha kuracak, Türkiye’nin Hatay’a kadar tüm sınır illeri de PKK’nın arka bahçesinde kalacaktı. AB’nin ve kendi senatosunun tepkilerine de İşid’le mücadele argümanıyla cevap veriyordu. PKK o dönemde eylemsiz değildi; Suriye’de çalışıyordu. Giderken de TC’deki mücadeleye sadece ara verdik şehirlerde mücadelemiz devam edecek diyorlardı. Şehir savaşları için durmadan dinlenmeden, çalışmaya da devam ettiler. Afrin’e yapılan operasyon zorunluydu. ABD, PKK’yı kaybetmemek adına askerini çekemedi belki ama nihai hedefe ulaşma ihtimali de kalmadı. Bu süreci yorumlayışınız dışında yazınızı çok beğendim. Ayrıca Eren Bülbül hakkındaki twitinize de bir itirazım olacak. Adli olaya müdahale bir operasyon değildir. İhbar üzerine olay yeri inceleme ekibi gelmiş, Eren’den ihbara konu olan evlerini göstermelerini istemiştir. Yayla sezonu olduğu için boş olan evlerden erzak çalan PKK’lılar, gelen grubun üstüne ateş açmıştır. Tedbirsizlik apaçık ortadadır. Fakat yer göstermeye çocuğu götürdüler, üzerinde hiçbir koruyucu teçhizat yoktu gibi söylemler anlamsızdır. Jandarma teröristlere yardım ettikleri yönünde şüphe duyduğu için Eren’i en önden yürüttü demek de öyle.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

PELİKAN 1 / Kişisel tanıklık / Başlangıç

S-400'ler Ve Perde arkası.

PELİKAN 2 / Kişisel tanıklık / Pelikanizm