15 Temmuz; İstihbarat Zaafiyeti mi, MİT’in Kesin Zaferi mi?


* Aşağıdaki yazı 15 Temmuz darbe girişiminden 2 ay sonra yazıldı ve benim dışımdaki bazı sebeplerden yayınlanamadı.
Bir not olması açısından buraya konuluyor.
Bugünden bakıldığında bazı eksik ve yanlışları olabilir. 
İleride başka girdilerle tamamlamak ve düzeltmek sözüyle...



15 Temmuz, toplumun önemli bir kısmından olayların en başından beri tepki görmüş olsa da belirgin ve güçlü bir şok etkisi yarattı.

Kastedilen bu şok etkisinin bir kısmı, darbecilerin uçakları kentler üzerinde alçak uçuştayken ses hızına geçirmeleriyle oluşturulan “sonic boom” ve kimi yerlerde gösterdikleri gaddarca şiddet gibi askeri taktiklerinden kaynaklansa da, olayın “beklenmedik”liğinin de hatırı sayılır payı var.

Darbenin mekaniğini, Cemaatin örgütlenme ve kendini gerçek niyetiyle birlikte açık etme sürecini tarayarak anlamaya çalıştığımızda, kitleleri sarsan bu “beklenmedik”lik özelliğinin altında, sandığımızdan oldukça farklı sebeplerin de durduğunu görebiliriz.

Medya’ya yansıdığı kadarıyla, Cemaatin FETÖ olarak ilk belirgin çıkışının 2012 yılı 7 Şubat MİT krizi olduğunu biliyoruz.

Olayı tüm veçheleriyle burada anlatmak için yer müsait değil ama örgütün devletin karşısına silahlı bir çatışmayı göze alabilecek düzeyde ilk çıkışının, Hakan Fidan’ı ve sonrasında da dönemin Başbakanı Erdoğan’ı hedefleyen bir operasyon olduğu artık herkesin malûmu.

7 Şubat Krizi sonrası Erdoğan’ın konuşmalarında, bazıları gayet açık (Ör; Operasyonun önce Hakan Fidan’ı, sonra da kendisini hedef aldığı), bazıları ise biraz daha örtük şekilde, krizin detaylarını ve FETÖ’nün izlerini gördük.

Buna rağmen örgütün “açık düşman” olarak tanımlanması tarihini, bu olaydan çok daha sonralarda, örneğin 17-25 Aralık’a kadar göremiyoruz.

Bir an için düşünelim;

7 Şubat Krizinde görülen, bir örgütün, polis gücü içindeki silahlı unsurlarını da kullanarak, ülkenin milli istihbarat teşkilatını ve onun zivesini, müsteşarını hedef aldığıdır.
Yine Erdoğan’ın söylemlerinden ve olayın (kimini şu an için spekülatif olarak işaretlememiz gereken) anlatılarından, 7 Şubat’ın aslında Başbakan üzerinden Devleti hedef alan bir darbe girişimi olduğunun tespiti de yapılabilir.

(Konuyla ilgili SETA’nın kapsamlı bir derlemesi var; “7 Şubat’ı Doğru Okumak” başlığını taşıyor ve konuyla ilgili bazı makaleleri içeriyor.
Link;
http://arsiv.setav.org/public/HaberDetay.aspx?Dil=tr&hid=109024&q=7-subat-i-dogru-okumak)
 
Düşünmeye devam edelim;

Böyle bir girişim karşısında Devletin tavrı ne olmuştur?

Herkesin hatırlayabileceği gibi 7 Şubat sonrası, 15 Temmuzda gördüğümüz cinsten organize bir önlemler silsilesi gelmedi.
Devletin çeşitli kadamelerinden tasfiyeler, görevden almalar, tutuklamalar olmadı.

Peki Devlet, bu derece ciddi bir olay, böyle bir saldırı karşısında ne yaptı?
Ne gibi önlemler aldı? Hareket tarzı neydi?

Bu sorunun cevabını, artık olayın üzerinden 4 yıl geçtikten ve 15 Temmuz darbe girişimi engellendikten sonra, 2016 yılında gördüklerimizle verebiliyoruz.

7 Şubatta ortaya çıkan, en azından;
Emniyet güçleri, yargı ve MİT içine sızmış bulunan, belki o an için içeriği henüz bilinmeyen ama devleti hedeflediği net ve önemli bir kısmı da gizli ajandaya sahip, dini cemaat kabuğu altında saklı bir örgütle karşı karşıya olunduğudur.

Eğer bir hukuk devleti değilseniz, bu aşamada yapabilecekleriniz çoktur.

Ancak muhalefetin, gerek o dönemlerde ve gerekse de şimdi, fırsat buldukça aksini iddia etmesine rağmen Türkiye bir hukuk devletidir ve kimse açık kanıtlarla etkin şüpheye dayandırılmadan suçlanamaz, koğuşturulamaz, özgürlüklerinden alıkonulamaz.

Yasal ve siyasal alanda uzun süredir FETÖ yapılanmasının sızmasına yol veren kusurlu örgütlenmenin konu edildiği, giderilmesi için çoğu palyatif kimi önlemlere başvurulduğu biliniyor.
Bilinen bir diğer gerçek de bunların hepsinin yine muhalefet tarafından, “AkParti yargıyı ele geçirmeye çalışıyor” tepkisiyle karşılandığı.

O günlerde hemen herkes yargının, farklı siyasi düşünce gruplarının bir arenası olduğunun farkındaydı ve kavgaya da bu farkındalık üzerinden yaklaşıyor, mevzisini korumaya çalışıyordu.

Kimse, herkesin hatalı olduğunu kabul ettiği yargı mekanizmasının içindeki, o bilinen hataları kullanarak sızmış, bir siyasi görüş olmaktan çok daha tehlikeli başka bir unsurun, FETÖ’nün, gerçek anlamıyla farkında değildi.

7 Şubat Krizi sonrası siyasi-yasal alanda bu süreç gelişirken MİT’in, tabiri caizse “elinin armut toplamadığını” tahmin etmek yanlış olmaz.

Kriz sonrası gelişmelerin, 15 Temmuz ertesi alınan önlemlerle birleştirilen bir okumasında, devlet ve istihbarat birimleri arasında kapsamlı, paylaşımlı ve eşgüdüm olduğunu çağrıştıran bir stratejinin izleri görünüyor.

Mantıklı bir tahmin yürütmek gerekirse bu MİT’in, tehlike açıkca kendini gösterdiği 7 Şubat’tan itibaren FETÖ ile ilgili istihbarata yüksek önem atfettiği ve öncelikle işe, kendi içini temizleyerek başladığı olmalı.

Şimdi yine geçmişe, yakın tarihin önemli kırılmalarında, örneğin Gezi Olaylarında Cemaatin rolüne dönelim ve arkasındaki MİT’in izlerini takip edelim.
Gezi Olaylarını incelediğimizde, FETÖ içinde, 15 Temmuz girişiminden anladığımız türden bir hazırlığın o zamanlar için henüz varolmadığını düşünebiliriz.

O gün sokaklara çıkanlar çoğunlukla, FETÖ’nün 15 Temmuz darbe girişimine  “Yurtta Sulh Harekatı” ismini vererek yanlarına katılmaya çağırdıkları Kemalistler veya daha sol türevleriydi.

Kuşkusuz ki bu askeri kalkışma Gezi Olaylarıyla eş güdümlü tetiklenmiş olsaydı, başarıya ulaşma ihtimali çok daha yüksek olur veya en azından ülkeyi 15 Temmuzda da muhtemelen istendiği gibi, kanlı bir iç savaşa sürükleyebilirdi.

Oysa belli ki FETÖ de herkes gibi Gezi Olaylarına hazırlıksız yakalandı ve ayaküstü planlanıp uygulanmış birkaç provokasyon dışına, fazla bir etkileri olamadı.

Olaylar sırasında asıl rollerini medya üzerinde ve iki zıt uca savrulan biçimde oynadılar.

Yurtiçi yayınlarda hem Gezi’yi hem de polisin tavrını eleştirdiler ama daha çok hükümet yanlısı bir tavır aldılar.

Yurtdışında ise bu denge tersyüz oluyordu.

Göstericileri ve eylemlerini bazen eleştirseler de aslen demokrasi vurgusuyla göstericilere karşı uygulanan polis şiddetini öne çıkartıyor, “asıl suçlu” ibresini hükümete doğrultuyorlardı.

Bu tavır ancak, “IŞİD’a silah gönderen MİT tırları” kumpası ve bağlantılı medya kampanyası ile birleştirildiğinde gerçek anlamına oturuyor ve darbenin hemen sonrasında, önce darbeye karşı tavır almak yerine önlem alıp, kovuşturmalar sürdüren hükümeti hedef alan yayınlar yapan batı medya’sına bakıldığında anlaşılabilir oluyor.

Bu süreçte MİT’in FETÖ ile ilgili soruşturma ve istihbarat faaliyetlerini belki Gezi Olayları ile bir miktar sekteye uğrasa da sürdürdüğünü ancak işlerin pek de yolunda gitmediğini düşünebiliriz.

Örgütün, içine sızılması güç, tanışıklıkların zamanda çok gerilere gittiği, katmanlı ve her katmanın ayrı kriptolandığı yapısına sızmak, yargı ve bürokrasiden TSK’ya, milli eğitimden özel sektöre, medyadan emniyet güçlerine kadar yayılmış ağını çözümlemek zordur.

Ortada olan FETÖ’nün, her türlü yola tevessülle güç toplamak ve bu gücü toplumsal yapının her kademesindeki varlığını, belirleyiciliğini artırmakta kullanan, muhtemelen nihai amacı da devleti tümüyle ele geçirmek olan bir örgüt olduğudur.

MİT çalışmalarına devam ederken, yukarıda bahsi geçen “
devlet ve istihbarat birimleri arasındaki işbirliği”ne örnek bir atak gelir;

Başbakan Erdoğan 21 Kasım 2013’de bir televizyon röportajında “Dersanelerin Kapatılması” konusunda hareketlenecekleri kararını açıklar.

AkParti iktidarından çok öncesine dayanan ve neredeyse küllenen bu tartışma birden alevlenir ve kapatma, bir ölçüde gereğinden sert ve ilerde Anayasa Mahkemesinden döneceği neredeyse kesin kararlar eşliğinde uygulanır.

Darsanelerin kapatılması atağının bir yanıyla gecikmiş bir uygulamayı hayata geçirmek niyeti taşıdığı ama diğer bir yandan da örgütü hareketlendirip görünür kılarak, şemasını güncelleme amacını taşıdığını düşünebiliriz.

Arkasından karşı darbe 17-25 Aralık’ta gelir.
Örgüt, yargı ve kolluk içindeki yapılanmasını kullanarak yıllardır usulsüz yöntemlerle elde ettiği ses kayıtlarının, muhtemelen tahrif de edilmiş vurucu bir kolajı ile ve yolsuzluk suçlamasıyla saldırır.

Amaç yakın zamanda arka arkaya gerçekleşecek seçimler ve AkParti’yi iktidardan düşürmektir.

Plan ters teper.

Millet, Cemaatin  17-25 Aralık çıkışını bir kanunsuz eylem, kendine yönelik bir zillet olarak algılalar ve oylarını önce 30 mart 2014’deki yerel seçimlerde AkParti adaylarına, sonra da 10 Ağustos 2014’deki Cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan’a yöneltir.

17-25 Aralıktan kısa vadede kazançlı çıkan neredeyse sadece AkParti karşısındaki muhalefet olur, çünkü eline FETÖ medyasının da önemli desteğini alacak sağlam bir saldırı silahı; “Yolsuzluk iddiaları” geçmiştir.

Olanca argüman fakirliği içinde çırpınan HDP, MHP ve CHP, can havliyle bu Cemaat üretimi olguya asılır, ellerinden geldiğince kullanırlar.

Bu süreçte hükümetin önlemleri önce polis, yargı ve en yakındaki bürokrasi üzerine yoğunlaşır.
Özellikle polis içinde bir yer değiştirme, görevden alma kampanyasıyla örgüt zinciri kırılmaya, kurulu ilişkiler ağı sekteye uğratılmaya çalışılır ve önemli ölçüde de başarılır.

Ancak bunlardan çok daha zor müdahale edilecek bir yerde, fazlasıyla kapalı ve geneli AkParti Hükümetine tavırlı unsurlarıyla TSK vardır.

Başta Erdoğan tüm AkPartililer, neredeyse her konuşmalarında artık “PDY / Paralel Devlet Yapılanması” adını almış örgütü konu etseler de meselenin TSK yanına pek dokunulmaz.

Ve aynı anda da örgüte sızmanın yolları hiç durmadan aranmaktadır ve bulunur da…

Hürriyet Gazetesi yazarı Murat Yetkin 12 Eylül 2016 tarihli “Darbe Yolundaki Gizli Yazışmalar; Bylock” yazısında bu sızmanın detaylarını etraflıca anlatıyor.
(Link;
http://cep.hurriyet.com.tr/detay/40222697)

Yazıdan da anlaşılacağı gibi izlenmekte olan FETÖ mensuplarının SMS ve Whatsupp iletişimlerinin birden kesilmesinden duyulan kuşkuyla yapılan araştırma, MİT’i, aslında TUBİTAK’taki FETÖ üyelerine hazırlatılan ama gizlemek için ABD üzerinden tescillenen bir mesajlaşma programına “Bylock”a götürdü.

Bylock’un Litvanya’daki server’larına sızan MİT uzmanlarının topladığı bilgiler ile örgüt içinden MİT’e sızdırılan isimler de birleştiğinde FETÖ’nün oldukça ayrıntılı bir örgütlenme şemasına, TSK da dahil çeşitli birimlere sızmış üyelerinin listesine ulaşılabildi.

Darbeyi tetikleyen ise, TSK içindeki FETÖ unsurlarının temmuz sonundaki Yüksek Askeri Şura sonrası ordudan temizleneceği bilgisine, Genel Kurmay Personel Dairesindeki üyeleri sayesinde ulaşmalarıydı.

Belki bazı evreleri önceden kararlaştırılmış olan darbe girişimi biraz da bu yüzden aceleye geldi ve yeterince iyi planlanama ve hazırlık yapılamadığından başarısızlığa uğradı.

Bundan sonra olanlar, darbenin aslında 16 Temmuz sabah 03;00 için planlandığı ama darbe sırasında görevlendirilen bir kara pilot subayın, 15 Temmuz günü saat 16;00’da MİT’e gelerek ihbarda bulunduğu, ihbarı ciddiye alan Hakan Fidan’ın Genel Kurmay’a gidip darbeyi engellemek için ilk çalışmaları başlattığı biliniyor.

Hakan Fidan’ın Genel Kurmay Başkanı Hulusi Akar ile birlikte ilk önlem olarak TSK’ya kesin bir hareket yasağı getirdikleri ve darbecilerin planlarının açığa çıktığını anladıkları da öyle.

Yine bilindiği gibi hareket yasağı emrinin birliklere ulaşmasıyla darbeciler, bir karar vermek zorunda kaldılar ve darbeyi öne aldılar.

Bu durum, birlikler ve operasyonel timler arasında koordinasyonsuzluğu getirdi ve zaten acele hazırlanmış organizasyonun iyice bozulmasına yol açtı.

Üzerine bir de darbecilerin hemen her operasyonlarında karşılarına dikilen asker, sivil görevliler ve halkın direnişi sayesinde darbe kaçınılmaz sonuna ulaştı.

Darbenin hemen ardından gelen günlerde çokca konuşulan konu ise “istihbarat zaafiyeti”ydi ve bu söylem, özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın darbeyi eniştesinin telefonuyla öğrenmiş olmasının üzerine geliştirildi.

Erdoğan’ın darbeyi Genel Kurmay Başkanından sonra, üstelik de “sokaktaki adam”dan öğrenmesi üzerine tartışmalar döndü.
Hakan Fidan üzerine oldukça zorlanılarak kuşkular yöneltildi ve sonunda mesele Erdoğan’ın “dere geçilirken at değiştirilmez” deyişini hatırlatmasıyla sönümlendi.

Oysa bu yazıda anlatılan kimi eski ve kimi de çok yeni veriler gösteriyor ki MİT, darbe ve onu engellemek konusunda oldukça iyi çalışmış.

İnsanın aklına “istihbarat zaafiyeti” deyişinin, tam da MİT’in bu başarısını örtmek, gizlemek için, yine MİT’in kendisi tarafından uydurulduğu olasılığından başka bir şey gelmiyor.

Ve bir de burada “neden ilk önce Cumhurbaşkanı Erdoğan’a haber verilmedi, istihbarat alındığında aranan ilk kişi neden o olmadı?” sorusuna değinmek gerekli.
Öncelikle Hakan Fidan’ın istihbaratı Cumhurbaşkanına iletmeden önce emin olmak istemesinden söz edilebilir.
Sonrasında ise önlem almak ve bir takım önceden hazırlanan prosedürleri işleme koymak, yani Erdoğan’a haber vermeden önce Erdoğan’ın güvenliğini sağlamak gereklidir.

Bu gibi durumlarda hazırda tutulan önlem paketleri, silsileleri vardır ve “uygulayın” emrinin en yukardan gelmesi beklenmez.

Tüm darbe karşıtı harekatta gerçekten bir zaafiyetten bahsedilecekse bu Genel Kurmay Karargâhının tahkim edilmemesi ve Genel Kurmay Başkanının darbecilerce esir alınması noktasında bir askeri tektik hatadır.

Bu ve benzeri zaafiyet örnekleri istenirse aranıp bulunabilir.

İstenirse
çok daha ideal, örneğin 300’e yakın insanın ölmediği, 2000 kadarının yaralanmadığı, ülkenin milyonlarca lira zarara girmediği ve genel istek üzerine Erdoğan’ın da darbeyi Hakan Fidan’dan hemen sonra öğrenen ilk kişi olduğu senaryolar yazılabilir.
Konuyla ilgili herkese çok daha efektif gelecek bir başka MİT çalışması örneği de elbette kurgulanabilir.

Ama kurgu başka gerçek başkadır ve Cumhurbaşkanı da istediği kadar ordunun Başkomutanı olsun, belki “bir darbede ilk haberdar edilecek” kişidir ama her kuşku ve kesinleşmemiş istihbaratla uğraştırılacak biri de değildir.
Ayrıca her türden savunma sistemleri önceden hazırlanmış prosedurlerle güçlendirilir ve etkin, hızlı cevap vermeleri ancak böyle sağlanır.
Askeri çatışmalarda fikir-bilgi akışı ve istişare olanağını her zaman bulamayacağınız bilindiğinden hazırlıklar ona göre yapılır.

Netice itibarıyla istihbaratta mükemmelik imkansızdır.

Bir son toplam olarak belirtmek gerekir ki;

Erdoğan’ın güvenliğinin sağlanması, canına kast edenlere gereken cevabın verilmesi ve FETÖ’ye karşı önceden hayal bile edilememiş avantajların ele geçirilmesiyle, (henüz tam anlaşılamamış/ortaya çıkmamış sair faydaları da hesaba, ister katılsın ister katılmasın) darbeye karşı operasyon bir kesin başarı olarak şu anda MİT’in hanesinde durmaktadır.





Yorumlar

  1. ATATÜRKÇÜ TSK, Sn.ERDOĞAN'ın, İsmet İnönü'nün 1946 yılında tuttuğu neo-Tanzimatçı yolda yürümekte olduğunu sezmese, eyleme geçmezdi.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

PELİKAN 1 / Kişisel tanıklık / Başlangıç

S-400'ler Ve Perde arkası.

PELİKAN 2 / Kişisel tanıklık / Pelikanizm